Aslı Pelit: Siz Türkiye’de tanınan nadir Latin Amerikalılardan birisiniz, diğerleri genelde futbolcular. Biliyoruz ki siz de küçükken futbolcu olmak istemişsiniz. Yakın bir zamanda çıkan kitaplarınızdan birisini de sırf bu konuya ayırmışsınız: Güneşte ve Gölgede Futbol. Bize Latin Amerika’daki futbol tutkusunu anlatır mısınız?
Eduardo Galeano: Bu Uruguay kimliğinin sembollerinden bir tanesi. Uruguaylı bebekler, doğdukları anda “GOOL!” diye bağırırlar. Uruguaylı bir bebek, annesinin bacakları arasından çıkarken “GOOOL!” diye bağırır. O yüzden doğumhaneler çok gürültülüdür. Doğumhanelerin yanından geçerken fark edersin gürültüyü, bütün bebekler “GOOL!” diye bağırır. Zamanla, çok az çocuk “GOOL!” diye bağırma şansına sahip olur. Benim de trajedim bu oldu. Çok kötü bir oyuncuydum, tahtadan bir bacağım vardı sanki! O yüzden de başka çarem kalmadı, ayağımın yapamadığını elimle yapmaya çalıştım. Bu yüzden futbol üzerine bir kitap yazdım!
AP: Kitabınızda entelektüelleri eleştiriyorsunuz, bu futbol kültürünü hor gördükleri için. Neden eleştiriyorlar?
EG: Bu bir gelenek, sınırları olmayan, evrensel bir entelektüel geleneği. Sol görüşlü entelektüellere göre halk, futbol yüzünden düşünmüyor. Sağ görüşlü entelektüellere göre ise, futbol örneği gösteriyor ki, halk düşünüyor ama sadece ayakları ile, kafaları ile değil. Değişik açılardan olaya bakan insanlar, futbolu, popüler bir tutku olarak ele alıyorlar. Bence, kibirlerinden. Bir çok entelektüel var ki, insanlığı seviyorlar ama insanlara paye vermiyorlar. Ve de hangi tutkunun doğru hangisinin yanlış olabileceğine karar verme hakkını kendilerinden görüyorlar.
AP: Futbol tutkusu kadar olmasa da Türkiye ile Latin Amerika arasındaki başka bir benzerlik ise yakın tarihleri, özellikle son 20 yıl. Sizin Latin Amerika’nın Açık Damarları adlı kitabınızda okuduk bu kıtayı etkileyen problemleri. Su son yıllarda bir çok değişiklik var Güney Amerika’nın politik sahnesinde, popüler ve sol görüşlü liderler yönetime geçiyorlar. Peki sizce buraya nasıl geldiler? Halk neden böyle bir değişim istedi? Bu konuda biraz yorum yapar misiniz?
EG: Bence pozitif değişimler oluyor. ‘Pozitif’ diyorum, çünkü bütün Latin Amerika’da şu ana kadar yalan anayasalarımız oldu. Başka türlü söylemek gerekirse, bizim ülkelerimizin kuruluşları yalanlarla dolu. Değişik Latin Amerika ülkelerinin anayasaları zencileri, kadınları, yerlileri, ve fakirleri yok sayan, sadece nüfusun %1-2’sini temsil eden anayasalardı. Kanımca, zaman geçtikçe değişti bu tip anayasalar, en azından yasalar düzeyinde, eskilerin reddettiği hakları verdiler. Ama yine de çok değişmedi durum. Biz, Latin Amerika’da bu değişimden geçtik, ama yine de gerçeğe yansımadı bu değişimler. Bence neyse ki sonunda, toplum ne olduklarını anladı. Mesela Bolivya’da halk kendileri gibi yerli olan Evo Morales’i Başkan secti. Bolivya nüfusunun çoğu yerli, Mayalar, Mapucheler, Guaraniler.
Aynı şekilde Şili’de, Michel Bachelet’i Başkan seçtiler. Şili sonunda nüfusunun yarısının kadın olduğunu fark etti! İnşallah diğer Latin Amerika ülkeleri de kadın başkanlar seçerler, çünkü çoğunun nüfusunun yarısı kadın. Bana buruk bir kara mizah sakası gibi geliyor, uzun bir sure insanların, hatta, sosyal organizasyonların bile kadınlara bir azınlık olarak hitap etmiş olmaları.Nasıl nüfusun yarısı azınlık olabilir? Benim matematiğim pek iyi değildir, sayılarla aram yoktur hiç, ama bana bir şeyin yarısı azınlık gibi gelmiyor! Hangi yarısı azınlık?
AP: Latin Amerika’daki yeni projelerden birisi de alternatif medya. Bunlardan en önemlisi Venezüella Başkanı Hugo Chavez’in başlattığı TeleSur kanalı. Bu kanalın amaçlarından birisi Latin Amerika halklarını birbirine yaklaştırmak, eğitmek ve bilgilendirmek. Siz de bu kanalın yönetim kurulundasınız. Buradan yola çıkarak bize Başkan Hugo Chavez ve onun Latin Amerika politikası hakkında ne söyleyebilirsiniz?
EG: Şöyle söyleyeyim, dünyada iletişim alanında çok ilerlendi, sosyal hareketlerde de öyle. Ne zaman ki Latin Amerika’da demokratik olarak bir Başkan seçilsin, ve işini ciddiye alsın, söz verdiği şeyleri yapsın, onun üzerine saldırıyorlar her taraftan. “Aman tanrım! birisi sözünü mü tutuyor yoksa?! Bu affedilmez bir günah!” Neden? Çünkü uzun bir Latin Amerikan geleneğine, yani verilen sözlerin hiç bir zaman gerçekleştirilmemesine, ters düşüyor bu davranış! Kelimeler her zaman davranışın tersini söyler. O yüzden kelimeler sokakta davranışlarla karşılaşınca birbirlerini selamlamazlar, çünkü birbirlerini tanımazlar, birbirlerine değer vermezler.
Bu geleneğe rağmen, son dönemlerde bazı Latin Amerikalı politikacılar söylediklerini yapmaya başladılar. Söz verdikleri politikalar, unutulanların, hor görülenlerin, en çok cezalandırılmış tabakaların, ve aşağılanmış insanların iyiliğine yönelik politikalar. Ben Venezüella’da seçimleri denetleyen uluslararası bir grubun sözcüsü idim.
AP: 2004 seçimlerinde mi?
EG: Evet. Chavez’in şu ana kadar kazandığı on seçimden bir tanesi. Ve diğerleri ile beraber, yaklaşık yüz kişiydik, uluslararası gözlemciler olarak, bütün şehri dolaştık, Caracas’ın en fakir mahallelerini. Bu mahallelerden birinde konuştuğum bir adam bana durumu çok iyi açıklayan bir şey söyledi: öyle bir cümle ki, bütün kelimeleri toplasam bu kadar iyi anlatamazlar Chavez’in hükümetini. Adam dedi ki, “Ben eskiden görünmezdim!” Başka bir şey söylemedi, bu yeterdi zaten. Eskiden görünmezmiş! Simdi artık görünmez değiller. Neyse, eğer bir politikacı bunu başarabildiyse ne iyi. Yeni başlıyor tabii, bu gibi sorunlar 10 dakikada ne de 10 yılda çözülemezler.
Bence en azından pozitif bir değerlendirmeye layık bir adam dünya çapında. Neden ona böyle saldırıyorlar? Ona saldırıyorlar, çünkü söz verdiği şeyi yapıyor. Bazı suçlamalar var ki insanin zekâsına hakaret sanki; onu diktatörlükle suçluyorlar! Halbuki 10 seçim kazandı. Ben 10 tane secim kazanan diktatör tanımıyorum. Bu son seçimlerde 25 puan farkla kazandı, ki tamamen şeffaf bir seçimdi, hatta muhalefet bile kabul etti bu sefer.
AP: Evet, kavgasız kabul ettiler yenilgiyi.
EG: Gerçekten, bence bu adam sülfür kokmuyor, ben çok yakınında bulundum, çok sempatik bir tip, hiç şeytan tipi yok kendisinde!
AP: Siz, hafıza ve tarih hakkında yazıyorsunuz, ve diyorsunuz ki; Latin Amerika’nın en büyük problemi amnezi, bununla ne söylemek istediğinizi açıklar mısınız?
EG: Hafıza beni çok ilgilendiriyor. Ama müze gezmek gibi değil, yani, o eski sakin geçmişin pasif ve estetik vizyonu beni ilgilendirmiyor. Beni yaşanan tarih, o anılar ilgilendiriyor. Geçmişi bugünden kurtarmak, gelecek günlere doğru, geleceğe doğru bakmak. Bir yerli geleneği var ki, sadece Amerika’nın bazı bölgelerinde devam ediyor hâlâ, mesela Kanada ve ABD sınırındaki adalarda.
AP: Yeni İskoçya tarafında mı?
EG: Evet, o adalardan bazılarında. Ve aynı zamanda, Meksika’nın Maya bölgesinde, Chiapas’da. Bu çok ilginç bir yerli geleneği ve “yaşayan anılar” terimini anlatmak için çok uygun: Kabilenin yaşlı seramikçisi, usta, artık gözleri bulutlanıp elleri titrediği için emekli olmadan önce, bir tören yapar. O törende usta son ve en önemli şaheserini yapar, mükemmel bir çanak. Ve o çanağı en genç seramikçiye verir. Ama genç o çanağı, odasında yüksek bir yere koyup da her sabah bakmak için almaz, eline aldığı anda yere fırlatıp onu kırarak binlerce parçaya böler! Daha sonra o ufacık parçaları toplar ve kendi yapacağı çanağa ekler yavaş yavaş. Bu tip anılar, hayatın devam etmesine yarayan anılardır.
İnanıyorum ki, amnezya bizim durumuzda, yani Latin Amerika’da bir çok örnekte, hatta dünyada, bu bir olgu. Amnezyanın öyle bir etkisi var ki, bizi bugünkü yolumuzda yürümekte zorluyor. Çünkü amnezya, sadece gücün sesini hatırlamamıza yol açıyor, bu sesler hayatı zorlaştıran sesler. Bu tip anılar, kadınlar mesela resmi tarihte yoklar. Daha doğru söylemek gerekirse, varsınız da sadece bir aksesuar olarak, Procer’in gölgesi gibi, kendini kahraman erkeğe adamış kadınlar, ama hiç bir zaman ilk planda değiller ki aslında olmaları gereken yer orası, gerek insanlığın tarihinde gerekse hayatın bütün alanlarında.
Aynı şey küçümsenen ırklar, siyahlar ve yerlilerle ilgili olagelmiş. Onların anıları, sadece bir renkli bir folklor unsuru olarak görülmüş, hiç bir zaman ciddiye alınmadan.
Mesela Amerikalar için, başlangıçtan beri koloniyal hayatın utanç verici anıları reddedilmiştir. Bütün koloniyal tarih bitmek bilmeyen başkaldırışları anlatır. Resmi tarih, gerçek tarihi unutmayı seçmiş. Aynı şey askeri tarih için de geçerli. Onların hikâyeleri de, hep kılıçlarını kaldırmış kahramanlar, ölmeden önce inanılmayacak kadar uzun sözler söyleyerek, daima yeni kuru temizlemeden çıkmış üniformaları ve göğüslerinde sayısız madalyalar taşıyanlarla dolu. Halbuki gerçek tarihte, sivillerin tarihinde bir çok başka zorluk var. Resmi tarih aynı zamanda zenginlerin tarihidir, çünkü onlar bu hakkı taşırlar, bir miras olarak kalmıştır, çünkü tarih bu hakkın bir parçasıdır.
AP: Siz kariyerinize gazeteci olarak başladınız. Nasıldı o günler, sizi nasıl etkiledi gerek insan gerek yazar olarak?
EG: Evet, ilk önce karikatürist olarak başladım, sonra yazmaya başladım.
Çok zor gelirdi bana yazmak, çok zor. Uğraştırırdı beni çok. Ve simdi, yıllar sonra, hâlâ zor geliyor yazmak; uğraşıyorum, aynen ilk zamanlarda beyaz kâğıdın önünde korkudan titrediğim gibi!
Ama o zamandan beri yazmanın benim isim olacağına inandım, ve hayatımı ona adadım. Eh evet, çok kotu gitmedi benim için, ama hâlâ o soğuk terleri döküyorum ilk günkü gibi, çünkü hâlâ hayattayım! Yazma sanatı, yazarak iletişim kurmak profesyonel bir egzersiz haline geldi, ama hâlâ, birikmiş deneyimlere rağmen önünde çok yol var.
AP: “Yazmak zor geliyor” dediniz aklıma geldi, daha önceki bir röportajınızda okumuştum, “yazmayı Kübalı bir müzisyenden öğrendim” diyordunuz. Bize anlatır mısınız bu hikâyeyi?
EG: Perküsyonist mi?
AP: Evet.
EG: Evet, uzun zaman önceydi. Galiba, Devrim’in ilk yıllarındaydık, Küba’nın el değmemiş bir bölgesinde, daha oralara Devrim gelmemişti bile, Haiti’nin karşısındaki sahilde, Doğu’nun doğusundaydım. Bir arkadaşımla beraber, ikimiz, harika anlar geçirdik. Ağaçların altında, gerçeği öğrenirken, Devrim ülkeyi değiştirmekteydi, ve biz de bu değişimi görmek istiyorduk. Çok yüklü bir deneyim oldu. Bir gece bir grup müzisyeni dinliyoruz, ufak bir köyde, sahilde, dört müzisyenden birisi de perküsyonist, ama nasıl çalıyor, tanrılar gibi! Davulundan aklına gelebilecek her tür ses çıkıyordu. O davul gülüyordu, ağlıyordu, inliyordu, protesto ediyordu, susuyordu, fikrini söylüyordu. Neyse, bir çok kadeh ve şarkıdan sonra, ona çekinerek nasıl yaptığını sordum, neydi sırrı? O yaslıca bir adamdı, ben gençtim, çok ahmak bir soruydu benimki ama insan gençken böyle aptal sorular sorma hakkına sahiptir; böyle çalmasının sırrını sordum bende! O da dedi ki; “ ben sadece ellerim kaşınınca çalarım.” Hayatta unutmayacağım bir ders oldu bu. Bende ellerim kaşınınca yazmaya başladım, öyle belli bir saate ya da disiplinde yazmıyorum, ya da kendimi zorlamıyorum yazmak için. Eğer canim istemiyorsa, yazmama imkân yok. Yıllar sonra ancak böyle bir şansa sahip oldum tabii, ilk yıllarda gazeteci iken bazen hiç canim çekmediğinde de yazdım tabii. Ama simdi, yıllar sonra, daha özgürüm, yazar haklarından kazandığım para ile yaşıyorum, ve su anda gerçekten sadece ellerim kaşındığında yazıyorum. Kaşınmazsa, yazmıyorum!
AP: Son kitabiniz, Zamanın Ağızları (Bocas del Tiempo), derlediğiniz değişik hikâyelerden oluşuyor, ondan önce de Kucaklaşmanın Kitabı’nda ise kendi hikâyelerinizi derlemiştiniz. Bu hikâyeler, sanat, politika ve değerler üzerine idi. Nasıl gerçekleşti bu son kitap, nereden derlediniz o hikâyeleri?
EG: İki kitap da birbirlerine benziyorlar, evet. Sadece yapıları değişik, bazı açılardan farklılar, ama benziyorlar. Çoğu hikâye benim başıma gelenler ya da çevremde gördüklerim, duyduklarım.
Ben yakın zamanda kaybettiğimiz bir güzel Amerikalı şair gibi düşünüyorum. Demişti ki “dünya davranışlardan değil, hikâyelerden oluşur.” Eğer bir insan, hayatin elektriğine sahip olan hikâyeler anlatıyorsa, gizemle, o kişi zaten dünyayı anlatıyordur. Dünya bu zaten, ufak notlardan oluşuyor. Ben dünyanın portresinin sadece evrensel bir büyüklüğü resmeden, kocaman bir Show gibi algılanan bir portre olduğuna katılmıyorum. O büyüklük aslında küçük şeylerde gizli, günlük hayatta. Bazen onlar sıradan ve saf görünüyorlar ama içlerinde hep bir şey saklı, gizli ama kurtarılmaya, gün ışığına çıkartılmaya değen şeyler bunlar.
AP: Anılara geri donduk yine, bu hikâyelerin çoğunun mesajları var, bazen bir şeyi biliriz de nereden bildiğimizi hatırlamayız ya, o dersleri bir yerde duyduğumuz bir hikâyeden öğrenmişizdir, sözlü gelenekler çok önemli o yüzden.
EG: Tabii ki, hele Latin Amerika’da temel bir olgu. O sözlü gelenekler sayesinde yazıları olmayan bazı toplumların tarihi günümüze kadar gelebildi. Yazılı belgeleri olmayanların bir kültürü yok değil. Tabii ki kültürleri var, kültürümüz, ve çok derin. O sadece bilgi depolayan bir kültür değil, diğer insanları anlamaya yarayan, doğa ile iletişim kuran bir kültür. Önemli değil yazmayı bilip bilmemeleri. Ayrıca bazı diller var, sadece yazılı kelimeler değil. Bu harfleri olmayan dillere saygı göstermek lazım.
Ve bunu yazarak hayatini kazanan birisi olarak söylüyorum!
Bazı diller var ki, sadece söz yolu ile anılarını taşımışlar bugünlere. O güzel gelenekler sayesinde, ateşin çevresinde oturup birbirlerine hikâyeler anlatarak gelmişler bugünlere dek.
Mesela Ateşin Anıları’nda (Memorias del Fuego), birinci bolümde bu teknolojiden bahsettim. Kitabın birinci bölümünün tamamı bu bahsettiğim sözlü gelenekler sayesinde tamamlandı. Neden? Çünkü Amerikalıların hikâyesini anlatmak istediğimde, taa başlangıçtan beri, yani 1492’den önce, -ki o tarih Avrupa’nın Amerika’yı “keşfettiği” yıldır, aslında karmaşanın başladığı-, hatıralar, tarih bize yazılı belgeler ile gelmedi. O anılar, yanmış, sansürlenmiş, değiştirilmiş, neredeyse olmuş, oldurulmuş. Çoğu eski uygarlığın, ki bazılarının alfabeleri var, mesela Mayaların, çoğu yazılı belgeleri ortadan kalkmış, yakılmış, şeytani oldukları için! Yani şeytanin eseri oldukları icin. Fransiskan rahipler bunları yakmışlar, bu şeytani kötülüklerin yayılmasını önlemek için.
Bu Amerika toprakları o zamanlar şeytanin toprakları olarak görülmüş. Ve tabii yazılı eserlerin çoğu yakılmış, bazı belgeleri nasıl olduysa kurtarmışlar, antlaşmaları mesela. Amerikalıların kolonizasyondan önceki kültürüne dair çok az yazılı kayda değer belge kurtarılmış. Mesela rahip Bernardino de Sagune’nin, bir eseri var, Meksika’dan, başka rahipler de dürüst davranmışlar, saygı duymuşlar Amerika’daki eski hayata.
Ama bunların hiç biri benim işime yaramıyordu, 1492 öncesi hayatı anlatabilmek için. O yüzden hikâyeleri inceledim, o hikâyeler ki her şeyin özünü, nereden çıktıklarını anlatan: Güneş ve ay nasıl doğdular, yağmur, günler, korku, özür dilemek nereden geldi, domates nereden geldi, nefret, her şey, aklına gelen her şeyle ilgili bir hikâye var. Ve dinlemek çok zevkli bu hikâyeleri, çünkü eğlenceliler aynı zamanda, ve dinleyeni merakta bırakıyorlar. O savaşlarla dolu, uzun süren, cezalarla dolu uzun diskurlardan çok daha güzel yerlilerin anıları, ama o anılar yenilenlerin anıları. Bu yüzden cezalılar, hatırlamak yasak onları.
AP: Yeni yeni bu hikâyeleri ele alıyoruz, hatırlamaya çalışıyoruz, belki daha ilgiliyiz onlara karşı?
EG: Hâlâ yasak onları hatırlamak, maalesef. Bazı kitaplar var ki bize hâlâ nereden geldiğimizi kendi yarattıkları vizyondan anlatıyorlar, yani yalan, öyle yalanlar ki, gerçeği, tarihi maskeliyorlar, özellikle de geçmişi. O yüzden hikâyelerin işlevi hiç de yabana atılacak gibi değil, günlük hayatı onlar anlatıyorlar, sokaklarda dolaşıyorlar, onlar sihirli. O yüzden onları kaleme almaya değer, onlardan bahsetmeli insan.
AP: Türkiye’de sizin ülkenizi, Uruguay’ı pek tanımıyoruz. Ülkenizi sizin dilinizden dinlemek çok zevkli olurdu, nasıl bir yer burası? Nasıl anlatırsınız biz Türklere ülkenizi? Kültürünü, geleneklerini?
EG: Kolay degil sentez halinde anlatmak, ama kısaca anlatmak gerekirse; benim ilişkim, kendi toprağımla, karmaşık bir aşk ilişkisi gibi. Gerçekten komplike bir aşk ilişkisi, elimde olan, içimde kalanlarla, çelişkilerle, lineer olmayan bir aşk ilişkisi bu, mutluluk durakları olan. Hayat öyle değil halbuki, bu sadece insanlarda ve ülkelerde, toprakla oluyor. Benim hayatım bayağı iyi geçti, nerede yasayacağıma karar verecek sansa sahiptim, kendime böyle bir lüks tanıyabiliyorum. Ve Montevideo’yu seçtim, doğduğum şehri. Burada doğduğum için burada yasamaya mecbur olduğumdan değil, çünkü öyle düşünmüyorum. Kimse bana sormadı, ailem bana demedi ki “Sevgili Eduardo, nerede doğmak istersin?” Ben fark etmedim, buraya getirdiler beni, burada ortaya çıktım, kimse sormadı. Ben insanın doğduğu yerde yaşamak zorunda olduğuna inanmıyorum, hiç öyle değil.
Şöyle söyleyeyim, bu şehri seviyorum. Çünkü hâlâ şans eseri prehistorik özelliklere sahip! Mesela burada hâlâ yürüyebiliyorsun, nefes alabiliyorsun, bu iki aktivite de büyük modern şehirlerde zorlukla yapılıyor. Bazı şehirlerde yürümek yasak, tamamen, ya da derin derin nefes almak garip bir davranış, çünkü hava pis, arabalar yüzünden, kirlilik yüzünden, ama sansımıza bize çok güzel bir yer düşmüş.
Dünya üzerinde açıklaması zor bazı şeyler var; mesela tavuklar, kanatları olduğu halde uçmazlar, uçmayı unutmuşlar! Biz insanlara da aynı şey olacak, çünkü her gecen gün bacaklarımız yerine tekerlekleri kullanıyoruz.
Montevideo hâlâ yürünebilen bir şehir, ben de onu bu yüzden seviyorum. Tabii bütün ülkeden bahsetmiyorum, sadece Montevideo’dan bahsediyorum, yasadığım bu sehirden, ki hâlâ yürüyüp nefes alabiliyoruz burada. Aynı zamanda bu şehirde hâlâ birbirine saygılı insanlar yaşıyor ve içtenler. Modern hayatın zorla bize kabul ettirmek istediği değerlere rağmen, -ki bu değerlerden birisi komşuya bile güvenmemek- burada kimse birbirini tehdit etmiyor. Tabii ki problemlerimiz var, güvenlik gibi, vahşet gibi, her yerde olduğu gibi. Ama büyüdüğüm bu şehir, ki beni ben yapan bu ülkenin bir parçası, genelinde hâlâ yaşanacak bir yer. Ben Montevideo kafelerinin çocuğuyum, bulunduğumuz bu kafe gibi. Ben hâlâ sözün kutsal olduğu Uruguay’ın bir evladıyım. Burada söz verdin mi, kendini vermiş olursun. Eskiden burada yazılı belge yoktu, kimse hiç bir şeyi kaydetmezdi: sadece söz vermek yeterdi ve herkes buna göre davranırdı, sözünü tutmamak imkânsızdı. Kimsenin aklından bile geçmezdi sözünü tutmamak.
Askeri darbe gelince, -12-13 yıl sürdü dikta-, bütün ülkeyi yalan söylemeye ya da susmaya alıştırdılar. Ve tabii bu yıprattı sözü. Başka bir biçimde söylemek gerekirse, o kutsal söz ciddi bir biçimde yaralandı, ama yine de burası Dünya üzerinde güvenilebilecek bir yer hâlâ.
Bunun dışında, -şimdi ülkeden bahsediyorum-, bir çok enteresan olay var anlatacak:
Uruguay’da 20’nci yüzyılın başından beri 8 saatlik iş günü uygulaması var, ki ABD’den önce yasa olarak kabul edilmiş; kadınlar Fransa’dan önce burada oy verme hakkına sahip olmuşlar; İspanya’dan 60 yıl önce burada boşanmaya hak kazanmışlar; hatta 30’lu yıllarda, 4 sene boyunca kürtaj bile yasalmış! İnanılmaz.
AP: Gerçekten mi?
EG: Evet, bildiğin Uruguay’da! Burada kilise devletten 100 sene önce ayrıldı, ki bugün hâlâ Latin Amerika’da laik olmayan ülkeler var, hâlâ kiliseden emir alıyorlar, hükümet kilisenin dediklerini yapıyor hâlâ. Uruguay’da eğitim laik, bedava ve zorunlu, herkes için.
AP: Varela sayesinde.
EG: Jose Pedro Varela sayesinde. Yaklaşık 130-140 sene önce, Uruguay’da geniş bir yapılanma oldu, çok etkileyici, ki söylendiği gibi, burası çok ufak bir ülke, ama yine de bir sürü parlak sanatçımız oldu, edebiyatta, resimde, tiyatro ve futbolda. Uruguay, ufak bir ülke, ufacık, Sao Paolo ya da Buenos Aires’in bir mahallesinden daha az insanin yasadığı bu ülke iki Dünya Kupası, iki tane de Olimpiyat futbol şampiyonluğu kazandı! 1924, 28, 30 ve 50’de. Uruguay kendini birçok kendisinden büyük ülkenin önünde buldu, ve bu ilerleme bütün ülkenin gelişmesine sebep oldu. Uruguay’da bu ilerlemenin olmasının sebeplerinden birisi devletin eğitime verdiği önem, halk için, 20’nci yüzyılın başında yaptığı bu atak ile Uruguay yıllarca öteye gitti. Bu bahsettiğim eğitim kampanyası sadece düşünce ile değil bütün vücut için yapıldı; entelektüel olduğu kadar fiziksel eğitime de önem verildi. Spora çok önem verildi, ülkenin her yerine spor tesisleri açıldı. Eğitimin gerçek olması için kapsamlı olması gerektiğine inanıldı. Sadece toplama-çıkarma, okuma-yazma değil, her şeyi içine alan bir eğitime inanıldı.
İnanılmayacak kadar ileri bir ülke haline geldik o zaman, ve bu özelliklerden bazıları günümüze kadar korundu. Mesela Uruguay’da, askeri dikta suresince, bir tek ünlü bilim adamı ya da sanatçı onların tarafında yer almadı! Uruguay, Latin Amerika’da bunun gerçekleştiği tek ülke!
Ayni zamanda, dünya üzerinde su için referandum yapan de tek ülke biziz. Burada suyun herkes için bir hak mi yoksa ufak bir grup için gelir kaynağı mi olacağı konusunda bir referandum yapıldı, ve halkın %64’ü karar verdi ki, su herkesin hakkı. Dünyada su için referandum yapan tek ülke, ki şu günlerde herkes hem fikir, su yarinin petrolü olacak, savaşlar ileriki yıllarda su için çıkacak. Suya sahip olmak çok önemli.
Dünyanın başka hiç bir ülkesinde kimsenin aklına bu soruyu sormak gelmedi, “Siz ne istiyorsunuz? Herkese mi bir gruba mi ait olsun su?” demek gelmedi. Uruguay bunu yapan tek ülke ve pozitif bir cevap alınan, “su halkın hakkıdır” diyen tek ülke. Su, sadece bazı kişilere ait olan bir hak olmamalı!
Bu sebepler yüzünden, bence burası yasamaya değer bir yer, burada doğduğum için bana öyle gelmiyor, eğer bana tekrar seçme hakkı verilse, nerede yaşamak istediğim sorulsa, burayı seçerim. Öldükten sonra, eğer Hintlilerin reenkarnasyon dediği şey doğru ise ve bana nerde doğmak istediğimi sorsa tanrılar, ya da şeytanlar, ya da ilahi herhangi bir varlık, bana deseler ki; “Haydi, simdi seçebilirsin, bu yeni hayatini nerede geçirmek istiyorsun?” diye, burada doğmayı seçerdim!
AP: Çok teşekkürler.
Mekân: Cafe Brasilero (Montevideo)
Tarih: 7 Aralık 2006